Tarih Üzerine NotlarProf. Dr. Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ2 Mart 2018

Tarih Üzerine Notlar

Tarih kavramı, bir taraftan geçmişteki bir noktayı, kısa bir zaman aralığını veya bu zaman aralığında meydana gelen tikel hadiselerle sebep […]

Tarih kavramı, bir taraftan geçmişteki bir noktayı, kısa bir zaman aralığını veya bu zaman aralığında meydana gelen tikel hadiselerle sebep sonuç ilişkisi içerisinde birbirine geçen halkalardan oluşan ve dünden başlayarak geleceğe doğru akan devasa bir örüntüyü ifade eder. Diğer taraftan söz konusu yapıyı inceleyen ilim dalı yani tarih ilmi için de kullanılır. Tarihi “geçmişin olayları ile geleceğin derece derece ortaya çıkan amaçları arasında bir diyalog” şeklinde ta-nımlayan Carr (E.H.Carr, 1991, 146), bu örüntünün geçmişte ne oldu? sorusunun cevabına sahip veya dün ile ilgili merakımızı tatmin etmek için ilgilendiğimiz bir alan olmaktan öte bir şey olduğuna dikkatimizi çekmekte, birden fazla yönü veya çehresinin varlığına işaret etmektedir. Bir bireyin doğum tarihi, bir hadisenin meydana geldiği tarih, bir savaşın cereyan ettiği tarih, bir toplu-mun oluşum ve gelişim tarihi veya bir devletin kuruluş, yükseliş ve yıkılış tarihi, bu yönlerden sadece bir tanesine, yani dün ile ilgili olan kısmına işaret etmektedir. Oysaki tarihin bir de bugün ve yarına bakan yüzü vardır. “Bir toplumun geleceğini belli bir doğruluk derecesi ile önceden görmek imkânsızdır. Çünkü bir toplumun geleceği önceden belirlenemez ve çeşitli dış etkenlere bağlıdır. Ancak geçmişin incelenmesi, toplumun ilerleyeceği yön hakkında bir fikir verir” (Özbaran, 1997, 16), diyen Firuz Ahmed’in de işaret ettiği gibi, henüz biçimlenmiş bir tarih olan bugün, “dünün” içerisinden sü-zülerek geldiği için, tarihle irtibatlı olup bir taraftan dünün rengini taşırken, diğer taraftan da yarının kodlarını içermektedir. Bu an-lamıyla “hali hazırın” anahtarına sahip olan tarihe, zorunlu olarak geleceğe doğru akan yazgı veya ilerledikçe gelişen tin ya da eskile-rin ifadesi ile küllî akıl diyebiliriz.1

Tarihin öznesi olan insanın, söz konusu devasa örüntüden al-dığı ödünç bilgilere veya kendisine aktarılan tecrübeye kendi de-neyimlerini de katarak “şimdi”yi yaşayıp, “yarın” için planlar kurabilir hale gelmesi onu aynı zamanda tarihin bir nevi nesnesi haline de getirmektedir. İnsanın varoluşsal olarak büyük ölçüde düne bağlılığı, geçmişi göz önüne alarak yaşama durumunda olu-şu, kendisinin de tarih tarafından üretildiğinin bir kanıtı olarak zikredilmiştir. Nitekim Dilthey, Nietzsche hakkında “Nietzsche kendi yalnız derin düşünme olanağını, başlangıçtaki doğayı ve kendi tarih dışı varlığını boşuna aradı. Derisinin bir katmanını, sonradan diğerini soydu. Ama geriye ne kaldı? Yalnızca tarihsel olarak koşullanmış birey… Onun hangi insan olduğunu sadece tarihi anlatır. (Meyerhoff, 67) diye-rek insanı üretenin, onu koşullandıranın tarih olduğunu; tarihten yalıtık bir şekilde varlığını sürdüremeyeceğini ifade etmektedir. Öyleyse tarih ile insan ilişkisi çift yönlü işlemektedir. Tarih bir taraftan insan ürünü bir alan iken, diğer taraftan ürünü olduğu insanı biçimlendiren, şekillendiren, dönüştüren dinamik bir yapı halindedir. İnsanın, gelişim sürecinin tamamı diyebileceğimiz “ta-rih”i devralabilmesi, onu diğer canlılardan ayıran en temel farklılık olup, kendisini tarih karşısında edilgenlikten, etken durumuna yükseltmektedir. “Umran”, tarih devralan ve devreden hadari birey tarafından kurulduğu için bu birey daha önce devraldığı öğeleri kendinden sonraki nesillere devrederek bir medeniyet ku-rar veya kurulmuş olan medeniyetin bekasını sağlar. Tarih dev-ralmayan, hatta tarihin kenarında duran bedevi ise hayatta kalma mücadelesi veren diğer canlılar gibi doğa veya yaşam alanını istila eden sair canlılarla mücadele ile uğraştığından tarihte/medeniyette özne durumuna yükselemez.

Bu nedenle, kimi tarih filozofları, dünde kalmaya mahkûm olan, bugün ve geleceğin oluşumunda pay sahibi olmayan tikel hadiselerin tarih ilmi içerisinde değil de edebiyatın bir parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir (bkz. Meyerhoff, 71). Tarihin bağımsız bir ilim olup olmadığı tartışması da aslında kısmen bununla ilintilidir.2

Görüldüğü gibi tarih, sadece dünde cereyan eden hadiseler alanı değil, insanın kendisini gerçekleştirdiği alan şeklinde kendi-sini göstermektedir. Zaten tarihin amacı da insanın kendisini, yani tabiatını tanıması değil midir? Kişinin kendisini tanımasından kasıt da yalnız kişisel özelliklerini tanıyıp, kendisini diğer insan-lardan ayıran sıfatların farkına varması değil, insani doğasını kav-ramasıdır. Aslında kendini bilmek, insan olmanın ne demek oldu-ğunu bilmektir, başka hiç kimse değil de ben olmanın ne demek olduğunun farkına varmaktır. Kendini bilmek, ne yapabileceğini bilmektir; hiç kimse ne yapabileceğini, geçmişi referans almadan bilebilecek durumda olmadığından, yapabilecekleri konusunda tek ipucu, yapmış olduklarıdır. Öyleyse tarihin değeri, insanın ne yaptığını, böylece ne oldu-ğunu bize öğretmesiyle ilgilidir (Collingwood, MEB, 106-109). Bir başka ifade ile insan, kim olduğunu, ne yapabileceğini, gücü ve yetisinin sınırlarının ne olduğu sorusunun cevabını toplumdan elde eder. Zira toplumsal olan her hadise tarihseldir. Benzer düşünceleri savunan kadim irfanî geleneğimiz, bunun-la da yetinmeyerek, insanı bilmeden Marifetullah’a, yani tanrı bilgisine de ulaşılamayacağını iddia etmekte ve bunu “özünü tanı-yan rabbini tanımış olur” özdeyişi ile formüle etmektedir. Bu gele-neğe göre, birbirine geçen ve ilkinden sonuncusuna teselsül yolu ile ulaşılan halkaların sonuncusu ve en değerlisi olan tanrı bilgisi (marifetullah) tarihin içerisinde kendisini açınlar ve bu bilgiye tarih içinden ulaşılabilir.

II
Tarihin bu günkü insanın sırtına yüklediği sepetin içerisinde her zaman iyi örnekler bulunmaz, kötü örnekler de yer alır. Hatta za-man zaman büyük bir kambur dahi yükleyebilir. Atalarının yap-tıkları olumsuz onca suçun evlatlarına mal edilmiş olması böyle değil midir? Amerika kıtasında Kızılderililere; İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya’da Yahudilere veya Ruanda’da Fransızlar tarafından yerli halka uygulanan soykırım, bu gün bu ulusların evlatları için, dünden devraldıkları büyük bir kamburdur. Onlar bu suçu kendileri işlemeseler de, dünü sırtlarında taşıdıkları için bu suçun muhatapları görülmektedir. Öyleyse dünden başlayıp yarına doğru akmakta olan bu devasa tarih ırmağının içerisinde hem iyi hem de kötü yer almaktadır. Tarihin tekerrür edeceğini savlayan anlayış, bu ırmağın içerisindeki iyileri imgelemenin mümkün olduğunu iddia ederken; tarihin tikel hadiselerden oluş-tuğuna inananlar, tikel hadiselerin tekrarının mümkün olmadığı bilincinden hareketle tarihsel hadiselerin biricikliğinde ısrar ederek tekerrürü reddetmektedirler. Doğrusu tekerrür olarak düşünülen hadiseler dahi aslında öyle görünseler de yekdiğerinin aynısı değil, biriciklik karakterleri yanında benzerlik arz eden hadiselerdir.

III
Tarihin bir diğer anlamı ise, dün olan, dünde oluşan hadiseleri inceleyen ilim dalı yani historiographydir. Bu anlamı ile tarih, ye-nidir, moderndir ve bu gün ile ilgilidir. Zira onu vücuda getiren tarihçi, bu günde yaşamakta, geçmişten, kendi yaşadığı tarihselliğe ulaşan bir kaynağı kullanarak içinde bulunduğu çağa ait bir inşa gerçekleştirmektedir. İnşa faaliyetine, kendisine ulaşan kalıtı en ince tetkik ve tah-kikten geçirip, ele almak istediği döneme aidiyetini kanıtladıktan sonra başlamak durumunda olan tarihçi, şayet böyle yapmazsa tarih ilminin iki temel olmazsa olmazı olan “kalıta sadakat” ve “okura saygı” ilkelerinden uzaklaşmış olur. Zira dünün tamamına ulaşamayacağının, onu kuşatmasının mümkün olmadığının, kul-landığı veri veya kaynağın, devasa bir zaman diliminin küçücük bir parçası olduğunun bilincinde olarak, elde ettiği bu kanıtla, geçmişi anlamaya çalışmaktadır. Halkın’ın da dediği gibi “doğru-dan olguların kendisine ulaşmayan, onları vesikalar çerçevesinde yakalamaya” çalışan tarih yazıcılığı kanıtların yorumlanmasıyla ilerler. (Leon-E. Halkın, 1989, 4) Kanıt, burada, tek tek belge diye adlandırılan nesnelerin toplu adıdır. Belge de, tarihçinin anlatısını kurarken elinde var olan, onun üzerinde düşünerek geçmiş olay-larla ilgili sorularına yanıt bulmasını sağlayan türden belgedir. Yani, tarihsel işlem ya da yöntem, temelde, dünden, bu güne ula-şan kanıtları yorumlamaktan oluşur (Collingwood, MEB, 106-109) Yorum ise, bilindiği gibi düne ait olmaktan daha çok bu güne ait-tir; bu güne dair bir inşa ihtiyacının tarihsel bir veriye dayanarak gerçekleştirilmesidir.

Tarih yazıcısı bu kanıtları kullanarak dünü bu günde anlama-ya veya dünü bugünde inşa etmeye çabalarken oluşturduğu anla-tısını iki ayrı tarzda kurmak durumundadır. Bunların ilkine belge-bilgi tarihçiliği (rivayetçi tarihçilik), ikincisine ise yorumcu tarihçi-lik (neden-nasılcı tarihçilik) denilir. Belge-bilgi tarihçiliğinde, dün-den bu güne ulaşan veri hiçbir öznel ameliyeye tabi tutulmaksızın, daha doğru bir ifade ile anlama gibi bir çaba harcanmaksızın oldu-ğu gibi aktarılır, yorumcu tarihçilikte ise tarihçi, dünden intikal etmiş olan veriyi anlamaya ve anladığını da aktarmaya gayret eder. Hatta Dilthey “tarihi olgular, devamlı olarak yorum bağlamında görülür, yorumlama yapmaksızın anlatmak yoktur ve kuralsız yorum yoktur” diyerek tarihin bu ikinci tarz tarih olduğunu, ilk tarzın ise tarih olmadığını söylemektedir. Doğrusu, tarihçinin hiçbir tarihsel veriyi yorumsuz aktarmadığı, bu verileri kafasındaki büyük hikâ-yenin doğrulayıcı verileri olarak seçerek getirdiğidir. Bu nedenle objektif bir tarihten söz edilemez. Tarihçilerin önemli bir kısmı, tarih ilminin kalıtları yorumla-yarak ilerlemesi gerektiğini kabul etmekle birlikte yorum yapılır-ken nereden hareket edilmesi gerektiğinde farklı düşünmektedir. Bunun üzerine kafa yoranlardan biri olan İbn Haldun, “Dün bu güne suyun suya benzemesinden daha fazla benzemektedir” deyip, kalıt-ların yorumlamasında tarihçinin yaşadığı tarihsellikten hareket edilmesi gerektiğini önermektedir. Bugünü dünün aynası olarak gördüğü anlaşılan İbn Haldun, dün bugünü oluştururken, bugü-nün de dünü tanımamıza, onu anlamamıza hatta algılamamıza olanak sağladığı kanaatinde olup, önce bu güne nüfuz edilmesi, buradan hareketle de dünün izah edilmesi gerektiğini söylemiş olmaktadır. Benzer bir öneri, Annales Okulu mensuplarından gelmekte-dir. Onlar da çağdaş insandan hareket edilmesi gerektiğine inanır-lar. Onlara göre insanın psişik yapısı her çağda aynıdır, değişmez. Tarih de insan ürünü bir alan olduğuna göre dünü anlamaya çalı-şırken onu üreten insandan hareket edilmesi gerekir.

IV
Yukarıda tarihin, verilere dayalı olarak tarihçi tarafından inşa edi-len bir alan olduğunu söylemiştik. İşte tam burada nesnellik ve öznellik sorunu gündeme gelmektedir. Bilindiği gibi her tarihçi, anlama konusu olan “geçmişe” belli bir tarihin içinden, belli bir bakış açısıyla bakar, bu bakış açısından kurtulamaz. Dahası bu bakış açısından kurtulmaya çalışmak, do-ğasından kurtulmaya çalışmak gibidir. Her tarihçinin çalışmasında öznel öğeler vardır; oluşturduğu yapıt, içinde bulunduğu zaman ve mekânın izlerini taşır. Zaman ve mekândan bağımsız bir nesnel-lik tasavvuru gerçek dışı bir soyutlamadır. Bizler kendi öznelliği-miz ile veriye gider, onlara bir takım sorular sorar, cevaplar alırız. Sorduğumuz sorulara aldığımız cevap veya cevaplar bizim bizzat kendimizin veriden intaç ettiğimizdir. Aslında her sorunun ceva-bının kendinde mündemiç olduğu gerçeğinden hareketle tarih diye ortaya koyduğumuz şeyin büyük oranda kendi verdiğimiz cevaplar olduğunu söyleyebiliriz. Her bir tarihçi ayrı bir dönemin insanı olduğu için farklı bir tin tarafından kuşatılmıştır, dolayısıyla zihnindeki sorular da mutlaka farklıdır. Soru farklı olduğu için cevap da farklı olacaktır. Öyleyse veri, sahih olsa ve anlatıya konu olan tarihsel evreden günümüze geldiği ispatlansa dahi, tarihçinin öznelliğine maruz kalmaktadır. Dolayısıyla ona dayanılarak kuru-lan anlatı tamamen tarihçinin zihin dünyasında cereyan etmekte olup kendi kurgusudur. Bu durumda mutlak nesnellikten bahset-mek imkân dâhilinde değildir.

İnsan kendisini, doğasını, zaaflarını tanıdıkça, yani tarihsel bir mahiyet olduğunun bilincine vardıkça objektiflik konusunda daha ciddi bir mesafe almış olur. Öyleyse tarihçi tarih bilincine bağlı olarak diğer bilim adamlarından daha farklı bir tarafsızlık bilincine sahip olmalıdır. Tarihçinin yaptığını bir ressamın yaptı-ğına benzetebiliriz. O, kendi tarihselliğine rağmen, geçmişin şahidi olan delilden hareketle dünü anlamaya ve aslına uygun bir şekilde çizmeye çalışıyor ise bu anlama çabası onun objektifliğin peşinde olduğunu ifade eder. Tarihsel veriler nesnel bilgiler sunmadıkla-rından aynı veriyi kendi tarihselliğine tutuklu her bir tarihçi çok farklı şekilde kullanıp, birbirinden oldukça değişik inşalar veya çizimler gerçekleştirmesine rağmen yine de tarafsızlık ideallerini sürdürebilir (pekâlâ tarafsız olabilirler). Örneğin Osmanlı impara-torluğunun çöküşünü ele aldığımızı varsayalım. Asırlarca tarih sahnesinde kalan bu devletin yıkılışını, kimi tarihçiler dışsal etken-lere, kimisi ise içsel öğelere bağlamakta ve birbirinden değişik sonuçlara varmaktadırlar. Oysaki her iki grup da aynı vesikaları veya aynı verileri kullanmaktadır. Bu durum Ranke’nin o meşhur “tarihçinin tarafsız bir izleyici ve gerçekte olan bitenin nesnel kay-dedicisi” olduğu savının, (Hans Meyerhof, 2006, 40) bir varsayım olmaktan öteye gitmediğini göstermektedir. Bunun nedeni her tarihçinin ayrı bir tarihsel tecrübeye sahip olmasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla her tarihçi kendi donanım ve deneyimiyle, kendi tarihselliği bağlamında “veri”yi anlamaya çabaladığından farklı sonuçlara ulaşmaktadır ki bu son derece doğal bir durumdur. E.H.Carr’ın da ifade ettiği gibi tarihçi de netice itibariyle kendi tarihselliğini yaşayan bir insandır ve kendisini oluşturan şartlardan tamamen kopamayacaktır. (Edward Hallet Carr, 1996, 17) Burada verinin mekân ile maluliyetine de değinmeden geç-meyelim. Zira tarihsel veri ile tarihi anlatının ikisinin de mekânla ciddi diyalogu vardır. Tarihsel veri –bu veri ne olursa olsun- insani bir kalıt olup bir mekâna aittir ve o mekânın izini taşımaktadır. Dünden bu güne gelirken, üretildiği mekânın rengini de berabe-rinde getirir. Onu tahlil eden tarihçi de bir mekâna aittir. Onu tah-lil ederken içinde oluştuğu mekândan bakar. Dolayısıyla bir kay-nak, anlatıya dönüşürken iki kez mekân ile ilgili okuma ve değer-lendirmeye uğratılır. Bu nedenle objektiflik aslında ve sadece tarihçinin kanıta karşı dürüst davranmasını ifade etmelidir. Söz buraya gelmişken her tarihçinin kanıta karşı dürüst davranmadığını, tarihi bir ideolojik alan olarak gören bireylerin de bulunduğunu bunların apokrif malzemeden yararlanarak tarihin mecrasını değiştirmeyi tasarla-dıklarını da bir kez daha hatırlatmanın yerinde olacağını düşünü-yoruz.

Sonuç olarak salt geçmişte cereyan eden hadiseler alanı olma-yan tarih, insanoğlunun kendini gerçekleştirme serencamını ifade etmesinin yanı sıra bu serencam esnasında ürettiği tikel hadiseleri de konu edinir. Bununla birlikte bu tikel hadiselerin bilimsel bir alan olan tarihin mi, yoksa sanatsal bir alan olan edebiyatın mı parçası olduğu ihtilaflı bir konudur. Tarihi hadiseleri inceleyen tarihçinin kendisi de tarihten yalıtık bir varlık olmadığından, onun tarafından inşaya maruz kalan dün bilgisi bize pozitivist empiristlerin iddia ettikleri mutlak nesnelliği sunmaktan uzaktır. Dolayısıyla tarihçilerin ürünü olan çalışmaların hiç biri mutlak dünü yansıtmayıp, onun ele aldığı tarih dilimi hakkında göreceli kanaatlerini ifade eder. Bu nedenle her hangi bir tarihsel kesitte gerçekleştirilen bir tarih yazımını, incelediği tarihsel kesitten daha çok yazıldığı tarihsel kesitin tarihi olarak okumak gerekir. Elbette kendisinin de yepyeni bir tarih yazdığının bilincinde olarak.

Kaynakça Hans Meyerhoff, Zamanımızda Tarih Felsefesi, (trc. Abdullah Şevki), İstanbul 2006. Salih Özbaran, Tarih, Tarihçi ve Toplum, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997. Ömer Ferruh, Tarihu Sadri’l-İslam ve Devleti’l-Ümeviyye, Beyrut 1972. Leon-E.Halkın, Tarih Tenkidinin Unsurları, (trc. Bahaeddin Yediyıldız), Ankara 1989. Robin George Collingwood, “Tarih Nedir” (trc. Akşit Göktürk) (MEB, Üç Aylık Dergi, Yıl:1, Sayı:1, s. 106-109. Edward Hallet Carr, Tarih Nedir, (trc.Misket Gizel Gürtürk), İstanbul 1996.

Kaynak: MİLEL VE NİHAL Dergisi (cilt 4 sayı 3 Eylül – Aralık 2007)