
Tarihsel süreçte Kilise, yalnızca Kanada sınırları içinde değil Batılı güçlerce işgal edilen her koloni bölgesinde benzeri bir faaliyet içinde olmuştur.
Kabaca 15’nci yüzyıl sonlarından itibaren Amerika kıtasını kolonileştirmeye başlayan sömürgeci güçler, bu bölgelerdeki faaliyetlerinde Kiliseden büyük destek almışlardır. Yeni sömürge bölgelerini Hıristiyanlaştırma amacı Kilisenin temel motivasyonu olmuştur. Hıristiyan mesajının yerleştirilmesi için yerli kültürel yapıların ortadan kaldırılması gerekli görülmüş ve onlara savaş açılmıştır. Bu bağlamda sadece “pagan” olarak görülen yerli dini geleneklere değil, dil de dahil yerel kültürle ilişkili hemen her şeye adeta savaş açılmıştır. Kilise ve misyonerlik faaliyetleri, sömürgeci siyasal ve askeri güçlerle koordinasyon içinde yürütülmüş, yeri geldiğinde baskı ve şiddetten kaçınılmamıştır.
Gerek sömürgeci Batılı siyasal ve askeri güçler gerekse onlarla yakından iş birliği içinde olan Kilise açısından bu faaliyetlerin görünür nedeni, yerli halkın yeni sisteme uyumu ve entegrasyonudur. Uyum ve entegrasyon için yerli geleneklerin ortadan kaldırılması, yerli halkın kendi kültür köklerinden kopartılması gerekli görülmüştür. Gerçekte asimilasyon bağlamında yürütülen tüm bu faaliyetlerin adı, yerli halkın yeni sisteme entegre edilmesi olmuştur.
Bir diğer ifadeyle pagan ve vahşi olarak görülen yerliler, Batılı efendilerinin kültürleri ve dinleri doğrultusunda ıslah edilmeye çalışılmışlardır. Buna direnenler ise doğal olarak ortadan kaldırılmıştır.
Amerika kıtasında Batılı kolonicilerle Kilise tarafından yürütülen bu politika doğrultusunda yaklaşık üç asırda dil ve din de dahil hemen hemen tüm yerli kültürel yapılar tarih sahnesinden silinmiştir. Aztek, Maya ve İnka gibi köklü kültür yapıları, bugünkü ABD ve Kanada coğrafyasındaki sayısız yerli gelenekleri pagan ve vahşi oldukları gerekçesiyle yerle yeksan edilmiştir. Geriye kalan azınlık gruplar da Kanada’daki söz konusu örnekte olduğu gibi genelde Kilise’nin kontrol ettiği bu okullar ve kurslar vasıtasıyla ehlileştirme operasyonuna tabi tutulmuşlardır.

Esasen istilacı sömürgecilerin ve bunların işbirlikçisi olan Kilisenin bu durumu, sadece Amerika kıtası için geçerli değildir; tarih boyu dünyanın birçok bölgesinde aynı senaryo tekrar tekrar yürürlüğe konmuştur. Örneğin 9’uncu yüzyılda bazı Kuzey Avrupa ülkelerinin Hıristiyanlaştırılması sürecinde de aynı şey yaşanmıştır. Bu süreçte Kilise tarafından yerli halka, medeni olmanın Romalı olmak Romalı olmanın ise Hıristiyan olmakla mümkün olacağı propagandası yapılmıştır. Ayrıca bu bölgeleri istila eden Şarlman bölge halklarının Hıristiyanlaşmasını zorunlu tutmuştur. “Şarlman yasaları” olarak bilinen yasalarla Hıristiyanlığa direnenlere karşı şiddet uygulanacağı tehdidinde bulunulmuştur. Bu politikaya tam destek veren Kilise de “yeni Roma imparatoru” olarak kutsayıp taç giydirdiği Şarlman ile iş birliği içinde olmuştur.
Bu arada, yürütme açısından önemli bir ayağını Kilisenin oluşturduğu bu asimilasyon politikası ve sonuçları, Hıristiyanlığın yayılış süreciyle ilgili dikkat çekici bir gerçeğe de dikkat çekmektedir. Bu da sömürge ve koloni bölgelerinde yerli halkın Hıristiyanlaştırılmasında uygulanan baskı, şiddet ve güçtür.
İslam’ın çok kısa sayılabilecek bir sürede hızlı bir şekilde yayılmasını ve bir dünya dini haline gelmesini zaman zaman bazı oryantalistlerin insanların zorla Müslümanlaştırılması süreci olarak gördükleri bilinmektedir. Bu iddianın temelinde, bu kadar kısa sürede insanların akın akın Müslüman olmasının en mantıklı izahının, fetih hareketlerine bağlı olarak yerli halkların Müslüman olmaya zorlanmış olmaları olduğu kanaati vardır.
Başta “dinde zorlama yoktur” ve “dileyen inansın dileyen inkâr etsin” şeklindeki temel öğretiler olmak üzere İslam’ın farklı inanç mensuplarına yönelik yaklaşımı dikkate alındığında bu kanaatin tutarlı bir tarafı olmadığı aşikardır. Oldukça sınırlı istisnai bazı durumlar haricinde gerçekte insanlar Müslüman olmaya zorlanmamışlardır. Hatta tam tersine yine bazı uç örneklerde olduğu gibi zaman zaman bazı yöneticiler gelir kaybı olacağı endişesiyle insanların Müslüman olmalarına engel bile olmuşlardır.

Diğer taraftan Batının sömürgeci yayılış tarihine ve Kilisenin buna katkısına bakıldığında Kilise güçlerinin sömürgeciliğin ve koloniciliğin adeta öncü kuvveti olarak çalıştığı bir gerçektir. Sömürgenin kalıcı olmasında yerli halkın asimilasyonu zorunlu görülmüş ve onların din de dahil her yönden siyasal ve askeri güce adapte edilmelerine yönelik bir dizi faaliyet yürütülmüştür. Bunlardan birisi belki de en önemlisi de yerli halkın Hıristiyanlaştırılması faaliyetleridir. Bu konuda gerektiğinde güç, baskı ve şiddet uygulamaktan kaçınılmamıştır.
Peki, günümüze geldiğimizde Kilise, bu despotik ve baskıcı yapısıyla yüzleşmekte midir? Maalesef buna olumlu bir cevap vermek mümkün değildir. Söz konusu Kanada’daki Kilise kontrolündeki okullarda yerli halka karşı yürütülen asimilasyon politikasına dair Kanada hükümeti, 1996’da benzeri son okulun kapatılmasından tam on iki yıl sonra, bundan mağdur olan yerli halktan resmen özür dilemiştir. 2015 yılında durumu araştırmak üzere bir araştırma komisyonu kurulmuş ve bu komisyon yaptığı araştırmalar neticesinde bu tarz okullarda yerli halka yapılan uygulamayı “kültürel soykırım” olarak nitelemiştir.

2018 yılında Kanada Başbakanı, Kilisenin de bu insanlık dışı uygulama ile yüzleşmesini talep etmiş ve Katolik Kiliseyi özür dilemeye çağırmıştır. Kanada’daki Başpiskoposluk özür dilerken Katolik Kilisenin başı olan Papa bu çağrıyı karşılıksız bırakmıştır. Yani bu okulları yöneten ve buradaki eğitimi icra eden Katolik Kilisesinin en üst yapılanması olan Papalık, yapılan bu kültür soykırımıyla, bu asimilasyon politikasıyla yüzleşmekten kaçınmış; kendi karanlık geçmişini görmezden gelmiştir/gelmektedir.
Bu yaklaşım, kendi karanlık, baskıcı yapısıyla yüzleşmekten kaçınarak, Kilisenin totaliter, baskıcı ve asimilasyon yanlısı politikalara hâlâ ne kadar çanak tuttuğuna ve destek verdiğine dair bir ipucudur. Kanada’da Kilise kontrolündeki yatılı okulda ortaya çıkarılan bu çocuk mezarları, günümüzde ismi sürekli olarak taciz, tecavüz ve istismar skandallarıyla anılan Kilise’nin vukuatlarıyla ilgili yeni bir belge olarak tarihe geçmiştir. Bakalım bu skandallara daha neler eklenecek…